Ben Pazar günlerini hiç sevmem. bilen bilir. bilmeyene anlatmasın.Sanki hiçkimse anlamaz beni pazar günleri,dünyanın en şanssız en kadersiz en umutsuz insanı gibi hissederim.
sanki olduğum gibi kabul görülmem,sanki her zaman olan şey olmaz.sanki sevilmem sanki saymam kendimi, hatta yukardan kafama saksı inse 'e bugün pazar napalım olucak artık..'lara kadar da gidebilirim.pazar günü beni sevmiyor ben de onu.
Geçtiğimiz pazar ise bir cinsiyet değişikliği ameliyatını internet yoluyla izlememle başladı.(pazar günü çünkü.böyle)
Mr. Mon 45 dakika içersinde Mrs Monica oluvermişti,e tebriklerdi.
Fakat Pazar gününü geçtim merak ediyorum nasıl devam ediyor Mon/Monica olunca? Bu ne güç,bu ne güçlü tahammül?
Ben ve çoğunluk bile görsellikle ilgili duyduğumuz sorulara tahamül edemezken helal olsun valla bravo dedim Monica'ya.duymadı.Şu değindim görsellikle ilgili sorular da bilindik şuyun şöyle mi buran estetik mi yok şuyun bu mu tarzı dandiklerdir.
çok nadir olsa da rastlıyorum ve 'e yok artık sarı çizmeli necmiye'yim ben de rugan ayakkabılı Pelin Batu takliti yapıyorum.' diyesim geliyor.e susuyorum.erdem diye.
Bu tür sorularda takılı kalmış insanların yasadığı bi toplumda cinsiyet ameliyatı geçiren bir insanın hepimizle aynı şartlarda ve aynı ortamda mutlu mesut huzurlu yaşama ptansiyeli sizce eksi yüzde kaç eksidir?bu nasıl bir yergidir?
Ben postiş muhabbetine bile dayanamıyor tutmaya iğreniyorken kuaför de bir hatun çıkageldi eski bir pazar günü.(yine bi pazar..)
Hem de gözlerini kocaman yapıp kıskanç kıskanç 'çıtçıtlarımı değiştirmeyi düşünüyorum, senin saçların gerçek mi' diye bir soruyla geldi. HÖ? Lütfen benimle beraber OFF' larmısınız?
Ben şimdi sana senin istediğin cevabı vererek yalan söylesem ve desem ki 'evet çıtçıt baaak ne güzel dimi yere kadar değil ama napayım artık enazından popomu kapıyor' desem gözlerinde ki o kıskanç ifade koşarak gidecek ve rahat bir nefes alıp 'biliyordum zaten'deyiverceksin ve nefesini geri vericeksin.ben de sana dicem ki ah ne güzel ortak özelliğimizde var hadi bari .sarılalım sıkı sıkı...'hayır bana ait' dediğimde utanmadan bir de plastik sandalyenden kalkıp saclarıma dokunuyorsun 'acaba yalan mı?' ' inanmıyorum kuduruyorum şu an nasıl gercek olabilir ya bunlar uzay saçıııı!' bak şimdi senin yalanını ortaya çıkartıcam da nasıl mort edicem seni pis kız seni!' diye diye kuduruyorsun sen içten içe..niye?
vallahi anlayamıyorum.saç uzunmuş kısaymış mormuş yeşilmiş meme küçükmüş büyükmüş bacak çarpıkmış düzgünmüş burun yamukmuş normalmiş boy kısaymış uzunmuş adam kelmiş bonusmuş.
bırakın kızlar!
Mon= Monica oldu!
onu da bırakın.şunu tutun: "gel, gel, ne olursan ol yine gel''
mevlana şöyle diyor:
ister kafir, ister mecusi,
ister put'a tapan ol yine gel,
bizim dergah'ımız, ümitsizlik dergahı değildir,
yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel..."
ya..ya...
24 Ağustos 2008 Pazar
20 Ağustos 2008 Çarşamba
tam sopalığız!
Kimsin sen? Seni ne mutlu eder?
Mesela ben, bu yaz, boncuk misali misinamdan kopup dağıldım. Yerçekimine teslim oldum ve yuvarlandım. Seviyorum bu yeni halimi. Daha az kontrollü. Biraz likörlü. Rahat.
Sanki bir cam açıldı da içimde, yüzüme rüzgar vuruyor. Kapılarımı açtım. Çok kilitlemişim canım ben de. O kadar da izole olmaya gerek yok. O kadar da suç yok mahallede.
Kapıların altından taştım dışarı, bir madde gibi. Şimdi bunu size anlatmak zor. Ama anladınız. Basit sorularla karşılaştım. Karşılandım desem daha doğru. Bence insan karşılaşmıyor, karşılanıyor. Çünkü sen gidiyorsun, sen çağırıyorsun, bir şeyler de seni karşılıyor işte.
Biraz cesaretle kaybolursan, fantastik filmlerdeki gibi, tuhaf dost yaratıklar ’hoş geldin’ diyerek, seni yeni bir haline buyur ediyorlar.
Benim bu halime gelmem için, hayatın basit sorularına cevap vermem gerekti. Bir tür kapı parolası diyelim. İnsan kendine, süper karışık sorular kokteylleri hazırlayıp, onlarla sarhoş oluyor. Sağa sola çarpıp, evini bulamıyor icabında.
Halbuki hiç gerek yok. Basit sorulara cevap vermek, insanı ayık yapar. Ayık tutar.
Mesela şu: Kimsin sen? Seni ne mutlu eder?
Öyle basit ve çocukça bir soru ki, insan cevabına yeltenmeyebilir. Gibi gelebilir. Fakat dönüp dönüp bir daha bakın bakın bakalım. Kolay mı cevabı. Kesinlikle değil.
Hele benim gibi, beyninin kabloları karışmış bir tip için.
En kalın iki kablo bunlar bile olsa, gö re mi yo rum bile!
Sustum ben, kendime bu soruları sorunca. Aklıma hemen, herkese giden cevaplardan geldi. Ama yolladım. Cevap da basit olmalı. Bir paragraf olmamalı.
Öyle politik, yapay olmamalı. Dümdüz bir cevap olmalı.
Sopa gibi.Herkes kendini, arada bir balkondan sarkıtıp sopalamalı.
Arkadaşlarını, sevgilisini, kimi varsa sopalamalı.
Mesela ben, bu yaz, boncuk misali misinamdan kopup dağıldım. Yerçekimine teslim oldum ve yuvarlandım. Seviyorum bu yeni halimi. Daha az kontrollü. Biraz likörlü. Rahat.
Sanki bir cam açıldı da içimde, yüzüme rüzgar vuruyor. Kapılarımı açtım. Çok kilitlemişim canım ben de. O kadar da izole olmaya gerek yok. O kadar da suç yok mahallede.
Kapıların altından taştım dışarı, bir madde gibi. Şimdi bunu size anlatmak zor. Ama anladınız. Basit sorularla karşılaştım. Karşılandım desem daha doğru. Bence insan karşılaşmıyor, karşılanıyor. Çünkü sen gidiyorsun, sen çağırıyorsun, bir şeyler de seni karşılıyor işte.
Biraz cesaretle kaybolursan, fantastik filmlerdeki gibi, tuhaf dost yaratıklar ’hoş geldin’ diyerek, seni yeni bir haline buyur ediyorlar.
Benim bu halime gelmem için, hayatın basit sorularına cevap vermem gerekti. Bir tür kapı parolası diyelim. İnsan kendine, süper karışık sorular kokteylleri hazırlayıp, onlarla sarhoş oluyor. Sağa sola çarpıp, evini bulamıyor icabında.
Halbuki hiç gerek yok. Basit sorulara cevap vermek, insanı ayık yapar. Ayık tutar.
Mesela şu: Kimsin sen? Seni ne mutlu eder?
Öyle basit ve çocukça bir soru ki, insan cevabına yeltenmeyebilir. Gibi gelebilir. Fakat dönüp dönüp bir daha bakın bakın bakalım. Kolay mı cevabı. Kesinlikle değil.
Hele benim gibi, beyninin kabloları karışmış bir tip için.
En kalın iki kablo bunlar bile olsa, gö re mi yo rum bile!
Sustum ben, kendime bu soruları sorunca. Aklıma hemen, herkese giden cevaplardan geldi. Ama yolladım. Cevap da basit olmalı. Bir paragraf olmamalı.
Öyle politik, yapay olmamalı. Dümdüz bir cevap olmalı.
Sopa gibi.Herkes kendini, arada bir balkondan sarkıtıp sopalamalı.
Arkadaşlarını, sevgilisini, kimi varsa sopalamalı.
Hayat Amaaan'dan Amman'a uzanan baharat yoludur
Cep telefonumun c'si bozuldu. Yazdığım silinmez oldu.
Sadece c'si değil a'sı, b'si de bozuldu. Çalışan tuş sayısı bir hafta boyunca üç-beş civarı oldu.
Allahtan insan hayatta kalmaya programlı, kendimce yöntemler geliştirdim. Komünikasyonu kesmedim. Fakat delirecektim.
Ne kaydettiysem durdu. Ne yazdıysam oydu. Sinirlerim bozuldu. Sonra bütün bunların bir nedeni oldu. Bi şeyler anlar gibi oldum. Hmmm'ını çıkardım hemen.
İşte cebinin c'si bozulanın hayatı kullanma kılavuzu:
Yaptıklarının ve dediklerinin U dönüşü yok! İnsan silmenin mümkün olmadığını bilince, daha dikkatli yazıyor. İki saniye daha düşünüp yazıyor. Yoksa başa dönüp her şeyi baştan yazması gerekir ki, asla aynısı olmaz. Aslında vakit kazandırıyor. Çünkü silinebilir diye düşünürsen, daha fazla hata yapıyorsun. İki ileri bir geri gidiyorsun. Silmek yok diye düşünüp yazarsan, hem daha güzel yazıyorsun, hem de daha hızlı.
(Bu paragraftaki bütün ‘yazmak'ları ‘yaşamak'la değiştirin. Voila!)
Kaydettiğin şeyleri kaybetmek yok! Demek psikiyatristlerin Freud amcayla elimizden tutup, çocukluğumuza götürüp durması bundanmış. Silemeyince, kafadaki hard diskte hepsinin yeri var.
Nezaketen kaydettiğin bir numara, çektiğin bir resim, duyduğun bir ses, hepsi vargüçleriyle ordalar. Neyi kaydettiğine dikkat ediyorsun.
Öyle laf olsun diye bi şeyi hafızana buyur etmiyorsun. Mazeretin var silemiyorsun sen! Seçici davranmak, her şeyi tartmak en doğal hakkın oluyor tabii.
Çok yol almışsan, hatayı unut! Offf o ne stres, uzun uzun yazmışsın, tamam bir-iki harf önemli değil fakat, hata yapmaya hakkın yok artık!
Hayatta başarıyla gidilmiş, destanlar yazılmışsa bilin ki o insan diken üstünde. Mesajı oraya kadar güzel güzel yazmış insan, kolay kolay hata yapmayan biridir. Bu ‘kesin!'dir. Başarı hikayeleri yazıldıkça, başarısızlık olasılığı düşer. Bu matematiktir. (Metafizik bambaşka şeyler söyleyebilir.)
Yine de ihtimali az olan bu şey, olursa daha büyük bir yıkım demek.
Onca doğru harf doğru kelimeye, doğru kelimeler doğru cümleye, doğru cümleler güzel hikayeye gitmiştir. İnsan böyle bir durumda hemen yavaşlar! 20'li yaşların başında ‘amaaan silerim, olmadı baştan yazarım' dediği şey, ‘amman dikkat'e dönüşüverir.
Amaaan'dan Amman'a yapılan bu seferde
savaşlar ve barışlar olur.
Virgüllerde geçilir,
soru işaretlerinde beklenir,
noktalarda durulur.
Şansın varsa bir gün adının sonuna
bir ünlem konur!
Hayat da bu iki şehir arası, baharat yoludur.
Tuşlar bir bozuldu. En zor şey silememekmiş meğer oldu.
Gerisi halloluyor. İnsan bir tuşta üç harften bile vazgeçebiliyor icabında. Bence insanda da silme tuşu yok, hayatta da.
Lakin ‘iki nokta üst üste'n ve ‘kapa parantez'in varsa korkma, Amaaan'da da Amman'da da hava güneşli sana :)
(alıntıdır.soygun değildir.bide güzeldir.)
Sadece c'si değil a'sı, b'si de bozuldu. Çalışan tuş sayısı bir hafta boyunca üç-beş civarı oldu.
Allahtan insan hayatta kalmaya programlı, kendimce yöntemler geliştirdim. Komünikasyonu kesmedim. Fakat delirecektim.
Ne kaydettiysem durdu. Ne yazdıysam oydu. Sinirlerim bozuldu. Sonra bütün bunların bir nedeni oldu. Bi şeyler anlar gibi oldum. Hmmm'ını çıkardım hemen.
İşte cebinin c'si bozulanın hayatı kullanma kılavuzu:
Yaptıklarının ve dediklerinin U dönüşü yok! İnsan silmenin mümkün olmadığını bilince, daha dikkatli yazıyor. İki saniye daha düşünüp yazıyor. Yoksa başa dönüp her şeyi baştan yazması gerekir ki, asla aynısı olmaz. Aslında vakit kazandırıyor. Çünkü silinebilir diye düşünürsen, daha fazla hata yapıyorsun. İki ileri bir geri gidiyorsun. Silmek yok diye düşünüp yazarsan, hem daha güzel yazıyorsun, hem de daha hızlı.
(Bu paragraftaki bütün ‘yazmak'ları ‘yaşamak'la değiştirin. Voila!)
Kaydettiğin şeyleri kaybetmek yok! Demek psikiyatristlerin Freud amcayla elimizden tutup, çocukluğumuza götürüp durması bundanmış. Silemeyince, kafadaki hard diskte hepsinin yeri var.
Nezaketen kaydettiğin bir numara, çektiğin bir resim, duyduğun bir ses, hepsi vargüçleriyle ordalar. Neyi kaydettiğine dikkat ediyorsun.
Öyle laf olsun diye bi şeyi hafızana buyur etmiyorsun. Mazeretin var silemiyorsun sen! Seçici davranmak, her şeyi tartmak en doğal hakkın oluyor tabii.
Çok yol almışsan, hatayı unut! Offf o ne stres, uzun uzun yazmışsın, tamam bir-iki harf önemli değil fakat, hata yapmaya hakkın yok artık!
Hayatta başarıyla gidilmiş, destanlar yazılmışsa bilin ki o insan diken üstünde. Mesajı oraya kadar güzel güzel yazmış insan, kolay kolay hata yapmayan biridir. Bu ‘kesin!'dir. Başarı hikayeleri yazıldıkça, başarısızlık olasılığı düşer. Bu matematiktir. (Metafizik bambaşka şeyler söyleyebilir.)
Yine de ihtimali az olan bu şey, olursa daha büyük bir yıkım demek.
Onca doğru harf doğru kelimeye, doğru kelimeler doğru cümleye, doğru cümleler güzel hikayeye gitmiştir. İnsan böyle bir durumda hemen yavaşlar! 20'li yaşların başında ‘amaaan silerim, olmadı baştan yazarım' dediği şey, ‘amman dikkat'e dönüşüverir.
Amaaan'dan Amman'a yapılan bu seferde
savaşlar ve barışlar olur.
Virgüllerde geçilir,
soru işaretlerinde beklenir,
noktalarda durulur.
Şansın varsa bir gün adının sonuna
bir ünlem konur!
Hayat da bu iki şehir arası, baharat yoludur.
Tuşlar bir bozuldu. En zor şey silememekmiş meğer oldu.
Gerisi halloluyor. İnsan bir tuşta üç harften bile vazgeçebiliyor icabında. Bence insanda da silme tuşu yok, hayatta da.
Lakin ‘iki nokta üst üste'n ve ‘kapa parantez'in varsa korkma, Amaaan'da da Amman'da da hava güneşli sana :)
(alıntıdır.soygun değildir.bide güzeldir.)
En büyük üç yapıştırıcı: Kan, hayal ve aşk.
İnsan bir yanı çıtçıtlı doğan bir ırk.
Çıtını başkalarının çıtıyla çıtçıtlayamazsa üşür. Fazla yaşayamaz ölür. Bu onu son derece romantik yapar.
Aslında ikiye, üçe, beşe bölünemeyen hiçbir şey bizi artıramaz. Tek başına kazanılmış her zafer, bize yenilgidir.
Belki de ben, sen, o; biz, siz, onlar birer mertebedir.
Ne bileyim belki de, benden onlara giderkenki tur rehberidir ruh.
Bu kolkola girip ‘we are the world' söyleyelim demek değil. Birimiz, önce kendimiz, sonra hepimiz için ortaya atmasa kendini, birlik olamayız değil mi?
Tuzluk gibi düşünün birliği. Tuzluğun içinde tuzlar. Birliğin içinde birler. Bugünkü konununsa sen mi ben miyle alakası yok. Bugün çıtçıtların günü. İnsanları birbirine yapıştıran şeyleri 3'e ayırma günü:
Kan, hayal, aşk.
Birinci yapıştırıcı: Kan.
Savaştaki kan değil. Barıştaki kan. Kanbağı. Aileler, akrabalar. O onu doğurdu, o da beni doğurdu çıtçıtı. Elimizin dilimizin en alıştığı çekirdek. Anne baba ve çocuklar. Bu çıtçıt, çıtçıtlandığı anda kaynar, derini söksen çıkmaz.
Onlar seni, sen olmadan çok önce sevmiştir. Seni dik durduğun zaman da, eğilip büküldüğünde de güzel bulurlar. Bir ömür görmeseler yüzünü unutmazlar, adını yanlış söylemezler. Bir gün aile kurmak istersen, ilk nasıl bir aileden geldiğin sorulur.
İkinci yapıştırıcı: Hayal.
Aklıma gelen en büyük örnek Atatürk. Biraz önce Tolga Örnek'in yapmış olduğu belgeseli izledim.Bir kez daha bir tek insanın hayal gücüyle, milyonlarca insanı nasıl birbirine yapıştırdığını gördüm.
Onları hayaliyle kendine çıtçıtlayıp, bir ağ yapmış.
Atatürk değilsen, özgürlük hayaliyle, savaştan bitmiş bir halkı daha güçlü bir savaşa güdüleyemezsin.
Hayalin, saltanatlığı cumhuriyete çevirmekse, Atatürk olman gerekir. En büyük harflerle, en okunur şekilde yazılman gerekir. Çaresizlikten güç alman ve ‘mutlu musunuz?' sorusuna, ‘mutluyum çünkü başardım' demen gerekir. Bence bütün okullarda bu belgesel gösterilsin. Hayat hayallerinin peşinden gitmekse, onun yolculuğundan daha büyük ilham düşünülmesin.
Üçüncü yapıştırıcı: Aşk.
Ah mon amour çıtçıtı! Çıtçıtlarken can yakan çıtçıt. Çıt diye kırıveren çıtçıt. Bir aşığın hormon kimyasına, körlüğüne ve ‘aşk için yapmayacağı şey yok'la ölçülen manevi kas kuvvetine bakarsak, düşer bayılırız.
O kulluğun, buyurganlığın, teslimiyetin en şahanesidir. Gözümüzü güzelliğe, kulağımızı şarkıya, tenimizi sıcağa açar.
İnsanlar aşkla yapışmak için ölürler.
‘I love you' yazan lovebug'larını açar, bilgisayarlarına virüs kaptırırlar.
‘Seni seviyorum'u klişe bulur, duyduklarında en beklenen bir sonla ölüp biterler. Birbirlerine çıtçıt gibi isimler takıp gezerler. Benim çıtım senmişsin derler.
İki aşık, kapalı bir parantez gibi sadece birbirine fısıldar.
İster başa dönün okuyun,
İster onlarla,
İster bunlarla,
İsterseniz bir tek onla olun.
Birincisi,
siz hep siz olun.
İkincisi,
şşşşşş sesi gelmeden
çıt sesini duymuş olun.
Amy Winehouse dinleyin=)
Çıtını başkalarının çıtıyla çıtçıtlayamazsa üşür. Fazla yaşayamaz ölür. Bu onu son derece romantik yapar.
Aslında ikiye, üçe, beşe bölünemeyen hiçbir şey bizi artıramaz. Tek başına kazanılmış her zafer, bize yenilgidir.
Belki de ben, sen, o; biz, siz, onlar birer mertebedir.
Ne bileyim belki de, benden onlara giderkenki tur rehberidir ruh.
Bu kolkola girip ‘we are the world' söyleyelim demek değil. Birimiz, önce kendimiz, sonra hepimiz için ortaya atmasa kendini, birlik olamayız değil mi?
Tuzluk gibi düşünün birliği. Tuzluğun içinde tuzlar. Birliğin içinde birler. Bugünkü konununsa sen mi ben miyle alakası yok. Bugün çıtçıtların günü. İnsanları birbirine yapıştıran şeyleri 3'e ayırma günü:
Kan, hayal, aşk.
Birinci yapıştırıcı: Kan.
Savaştaki kan değil. Barıştaki kan. Kanbağı. Aileler, akrabalar. O onu doğurdu, o da beni doğurdu çıtçıtı. Elimizin dilimizin en alıştığı çekirdek. Anne baba ve çocuklar. Bu çıtçıt, çıtçıtlandığı anda kaynar, derini söksen çıkmaz.
Onlar seni, sen olmadan çok önce sevmiştir. Seni dik durduğun zaman da, eğilip büküldüğünde de güzel bulurlar. Bir ömür görmeseler yüzünü unutmazlar, adını yanlış söylemezler. Bir gün aile kurmak istersen, ilk nasıl bir aileden geldiğin sorulur.
İkinci yapıştırıcı: Hayal.
Aklıma gelen en büyük örnek Atatürk. Biraz önce Tolga Örnek'in yapmış olduğu belgeseli izledim.Bir kez daha bir tek insanın hayal gücüyle, milyonlarca insanı nasıl birbirine yapıştırdığını gördüm.
Onları hayaliyle kendine çıtçıtlayıp, bir ağ yapmış.
Atatürk değilsen, özgürlük hayaliyle, savaştan bitmiş bir halkı daha güçlü bir savaşa güdüleyemezsin.
Hayalin, saltanatlığı cumhuriyete çevirmekse, Atatürk olman gerekir. En büyük harflerle, en okunur şekilde yazılman gerekir. Çaresizlikten güç alman ve ‘mutlu musunuz?' sorusuna, ‘mutluyum çünkü başardım' demen gerekir. Bence bütün okullarda bu belgesel gösterilsin. Hayat hayallerinin peşinden gitmekse, onun yolculuğundan daha büyük ilham düşünülmesin.
Üçüncü yapıştırıcı: Aşk.
Ah mon amour çıtçıtı! Çıtçıtlarken can yakan çıtçıt. Çıt diye kırıveren çıtçıt. Bir aşığın hormon kimyasına, körlüğüne ve ‘aşk için yapmayacağı şey yok'la ölçülen manevi kas kuvvetine bakarsak, düşer bayılırız.
O kulluğun, buyurganlığın, teslimiyetin en şahanesidir. Gözümüzü güzelliğe, kulağımızı şarkıya, tenimizi sıcağa açar.
İnsanlar aşkla yapışmak için ölürler.
‘I love you' yazan lovebug'larını açar, bilgisayarlarına virüs kaptırırlar.
‘Seni seviyorum'u klişe bulur, duyduklarında en beklenen bir sonla ölüp biterler. Birbirlerine çıtçıt gibi isimler takıp gezerler. Benim çıtım senmişsin derler.
İki aşık, kapalı bir parantez gibi sadece birbirine fısıldar.
İster başa dönün okuyun,
İster onlarla,
İster bunlarla,
İsterseniz bir tek onla olun.
Birincisi,
siz hep siz olun.
İkincisi,
şşşşşş sesi gelmeden
çıt sesini duymuş olun.
Amy Winehouse dinleyin=)
14 Ağustos 2008 Perşembe
veee perde!
kuşatabilen etkisi altına alabilen şeyler..
işte ben bunları seviyorum.
alkol,iyi müzik,iyi film,iyi kitap,belki iyi oyun..ws..
bazen bir film izlersiniz.sonraki bi kaç vakit hayatınızı o filmin içindeymiş filmdeki esas oğlanmış- esas kadınmış gbi yaşarsınız.tepkleriniz istemeden onlara kayar.kate olsa şöyle derdi dersiniz.
işte bunu seviyorum.hep etki altında olayım istiyorum=P
kendi benliğinden sıyrılıp başka şeyler olmaya çalışmak değil bu. fazlaca geçici.oyun gibi.farkında olmadan oynanan oyun gibi.
sanırım aşkın tanımı da bu.
bişeyin etkisine altına girmek.emir komutanın beyninden gitmesi.
kendini çok başka şeyler gibi görmek.
aşk bu sanrılardan ibaret.
sadece filmin etkisinden daha kuvvetli. daha uzun vadeli.
bide evet
daha bedelli.
kendine kurduğun ve üstünde oynadığın sahneden inmedikçe farketmessin sahnede olduğunu.
elinden kolundan çekerler sahne önündekiler.sıyrılırsın.inmezsin.kafana domates fln atarlar.komikmiş gibi.gülersin.
şimdi bilmiş bilmiş bunları sıralarsın. ama bilmek yetmez.
isteyince hemen unutursun...
işte ben bunları seviyorum.
alkol,iyi müzik,iyi film,iyi kitap,belki iyi oyun..ws..
bazen bir film izlersiniz.sonraki bi kaç vakit hayatınızı o filmin içindeymiş filmdeki esas oğlanmış- esas kadınmış gbi yaşarsınız.tepkleriniz istemeden onlara kayar.kate olsa şöyle derdi dersiniz.
işte bunu seviyorum.hep etki altında olayım istiyorum=P
kendi benliğinden sıyrılıp başka şeyler olmaya çalışmak değil bu. fazlaca geçici.oyun gibi.farkında olmadan oynanan oyun gibi.
sanırım aşkın tanımı da bu.
bişeyin etkisine altına girmek.emir komutanın beyninden gitmesi.
kendini çok başka şeyler gibi görmek.
aşk bu sanrılardan ibaret.
sadece filmin etkisinden daha kuvvetli. daha uzun vadeli.
bide evet
daha bedelli.
kendine kurduğun ve üstünde oynadığın sahneden inmedikçe farketmessin sahnede olduğunu.
elinden kolundan çekerler sahne önündekiler.sıyrılırsın.inmezsin.kafana domates fln atarlar.komikmiş gibi.gülersin.
şimdi bilmiş bilmiş bunları sıralarsın. ama bilmek yetmez.
isteyince hemen unutursun...
11 Ağustos 2008 Pazartesi
Teşekkür Ederim.
Sevmek eski bir yolcu, artık geri dönmeyecek. Ayrılık bir şarkı, kimse dinlemeyecek. Aşk eski bir palavra, artık burdan geçmeyecek.
İnanmak bir yol, kimse yürümeyecek.
Hayır, istemem bir başkasını.
Yalnız da ayağa kalkabilirim.
Hayır, dokunma bir başkasına.
Ben tutunmadan da ayağa kalkabilirim..
İnanmak bir yol, kimse yürümeyecek.
Hayır, istemem bir başkasını.
Yalnız da ayağa kalkabilirim.
Hayır, dokunma bir başkasına.
Ben tutunmadan da ayağa kalkabilirim..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)